28 Aralık 2012 Cuma

John Thomson efsanesi

           "Yarın Ibrox'da büyük Rangers ile eşleşiyoruz, ya ölüm ya şöhret". Yıl 1931, maçtan bir gün önce John Thomson bunu Kanadalı bir arkadaşına yazmıştı. Celtic'li file bekçisi Glasgow derbisini oynamaya çok heycanlıydı. John Thomson 1909 yılında Buckhaven adlı bir köyde doğdu. Ailesindeki bütün erkekler madenciydi. 14 yaşına girer girmez oda bir madenci oldu. Madenin zor hayat şartlarından kaçmak için aynı zamanda Bing Boys ve Bowhil Rovers takımlarında kalecilik yapardı. Daha sonra 16 yaşındayken Wellesley Juniors takımına kavuşup madenciliği bıraktı. 1926'nın son günlerinde, kaleci avında olan Celtic'in scouting ekibinden Steve Callaghan, John'un maçını izliyor. Genç kaleci bir penaltı kurtarıyor ve Callaghan'ın gözüne çarpıyor. Iki ay sonra Dundee karşısında Celtic ile ilk resmi maçına çıkıyor. Takımı 2-1 galip geldi, fakat Yeşil-Beyazlıların yedikleri golde John Thomson'un büyük hatası vardı. Maçın bitmesiyle Celtic'in başkanı Tom Colgan ona moral vermeye geldi ancak konuşamadan genç kaleci lafını kesti. "Hiç merak etmeyin, ben bir hatayı asla tekrarlamam !".

       
         Birkaç gün sonra, Celtic Dundee ile tekrar eşleşiyor. Bu kez Thomson çok iyi bir performans sergileyor, ve takımına güven veriyor. Artık bir numaralı kaleci o. Topa uzanması harika, refleksleri müthiş, söylencelere göre havadayken yönlenmesini değiştirebilme kapasitede. Ama onun gerçek kalitesi cesaret.
Meşin yuvarlağı rakibin ayağındayken topa dalmaktan hiç korkmazdı. Bu kalite, ona birçok sakatlığa sebep oldu, fakat maçlarını geride bırakmazdı (oyuncu değişikliklerin olmadığı bir devirdeyiz). 1927 ve 1931 arasında 3 beyin kanaması geçirdi, ikişer kez çenesi ve köprücük kemiği kırıldı, 2 dişini ve 5 kaburga kemiğini kırdı... Sakatlıkları say say bitmez, "Johnny" hiç kalesini boş bırakmadı, hiçbir şey ona Celtic'in kalesini korumaya engelleyemezdi... o gün gelene kadar.

       
        Yer Ibrox Park, tarih 5 Eylül 1931. Old Firm'i izlemeye gelen 75 000 seyirci var. Rangers'li ve Celtic'li oyuncular savaşcılar hazır. Zemin fazla ıslak, oyun koşulları çok zor. Ilk yarı başladığı gibi bitti, skor 0-0, hiç gol pozisyonu olmadı. Ikinci yarı başlar başlamaz, John Thomson karşı karşıya kalan Rangers'lı forvete geçit vermedi. Birkaç dakika sonra Rangers'lı Jimmy Flemming sağa kanattan bindirme yapıyor, ceza sahasında Sam English'e orta yapıyor. Thomson kalesini terk ediyor, ve her zamanki gibi karşısındakı oyuncunun topa vuracağı anda ayaklarına atlıyor. Fakat English daha hızlı ve topa önceden vuruyor, John geç kaldı. Inanılmaz bir şiddet ile English'in sol dizi Thomson'un şakağına çarpıyor. Çarpışma o kadar sert ki ibrox da herkes o darbenin sesini duydu. John Thomson yerde, kıpırdayamıyor, ağzından, burnundan, kulaklarından kan akıyor. Iki takımın oyuncuları etrafında. Rangers'lı taraftarlar seviniyorlar, rakip kaleci yıkıldı diye. Sevinçten haykırıyorlar. Rangers kaptanı Davie Meiklejohn onları susturmaya çalışıyor, ama olmuyor. Sağlık görevlileri yetişiyorlar ve onu soyunma odasına götürüyorlar. Mağdur kalecinin komaya girdiği anda nişanlısı Margaret Finlay ona kavuşuyor. Thomson'un kafa tasında kırık var ve ambülans ile Virginia hastanesine yollanılıyor. Beyin tedavilerinin henüz yeni yeni pratikte olduğu bir dönemde ameliyat genç goalie'yi kurtaramıyor. John Thomson öldü.

     
        Bu trajediden 4 gün sonra kendi köyünde 30 000 iskoçyalı, kalesinden çıkıp ölüm ile karşılaşan 22 yaşındaki John Thomson'a son bir kez veda etmek için saygı yürüyüşü yaptılar. Papaz Robert NcLelland'ın duası şöyle olur :
"John Thomson'un ölmesi bir iyilik getirebilir. Rakip bir oyuncunun acı çekmesi ile zevk alan Celtic veya Rangers taraftarlarına sesleniyorum... Eğer bir insanın canı yandığında sizin sürekli verdiğiniz tepkilerin ne kadar acımasız olduğunu anlamadıysanız, demek John Thomson boşuna vefat etti. Onun son duyduğu sesler sizin sevinçten bağırmanız olduğunu farkındamısız ?"
"Yarın Ibrox'da büyük Rangers ile eşleşiyoruz, ya ölüm ya şöhret". John Thomson o gün hem ölüm ile hem şöhret ile tanıştı.


Taraftarların yazdığı "The John Thomson Song" :

10 Eylül 2012 Pazartesi

Ingiltere futbolundaki ırkçı ayrımcılık


Futbolda ırkçılığın var olduğu mağlumunuzdur. 2000 yılında Stefan Szymanski adında bir ekonomi profesörü Ingiliteredeki siyahi oyuncuların diğer oyunculara göre daha düşük maaş aldıklarını gösterdi. Araştırmada 1978’den 1993’e kadar bütün takımlar incelendi ve ortaya şöyle bir tablo çıktı : eşit maaş bütçesi olan takımlar siyahi oyuncu orantısı ne kadar yüksekse o kadar başarılı olmuştur. Bunun açıklamasıda odukça basit, iki tane eşit seviyede olan oyuncuyu tutun, biri siyahi diğeri siyahi değil. Siyahi oyuncuyu takımınıza alırsanız, daha düşük bir ücretle oynatacaksınız, ama takım performansınız düşmeyecek. Tabi bu oldukça teorik bir yaklaşım ama pratikte uygulaması mantıklıdır. Iki farklı takım düşünün, aynı bütçeye sahip. Ilk takim 25 tane siyahi oyuncu alıyor, Szymanski’in araştırmasına göre bu oyuncular hakketikleri paradan daha az bir miktar alacaklar, yani eşit bütçe ile ilk takım ikinci takımdan daha iyi oyuncular alabilecek ve performansı daha yüksek olacak.

Thierry Henry ve Rio Ferdinand


2008’de Roberto Pedace Szymanski’nin çalışmalarından esinlenerek, bu sefer Güney Amerikalı futbolcular üzerinde bu teoriyi uyguladi. Sonuçlar yine ilginç : 1997’den 2002’ye kadar bütün sezonları baz alırsak, bir takımda ne kadar Güney Amerikalı oyuncular bulunduysa, o takım o kadar başarısız olmuştur. Bu araştırma yine performansları kulübün bütçeleriyle orantılayıp yapılmış, yani 2 aynı bütçeye sahip takim olsa, hangisi daha fazla Güney Amerikalı barındırsa o daha başarısız olmuştur. Pedace’in açiklamasıda Szymanski’in teorisinden esinleniyor : Güney Amerikalı bir oyuncu aynı seviyede Güney Amerikalı olmayan bir oyuncudan daha fazla para alıyor.

Pedace araştırmasında şunuda vurguluyor : kulüpler için Güney Amerikalı oyuncu almak sportif anlamda zararlı olmasına rağmen ekonomik anlamda mantıklı bir yatırım oluyor çünkü kulüplerdeki Güney Amerikali oranı statların doluluk oranında pay sahibi. Yine teoride, bir takımda ne kadar Güney Amerikalı varsa o kadar stadi doluyor. Böylelikle sportif peformansı düşük olsa bile, o kulüp hasılatını yükseltip, maaşlara ayrılan bütçesini büyültebilecek ve takımında Güney Amerikalı barındırmayan kulübe ekonomik açıdan üstünlük sağliyacak.

Bu araştırmalar size pek makul gelmeyebilir, ama gerçek bilgilerle teorize edilmiş konular. Ekonomistler futbolu araştırırken bazen bekledikleri ilgiyi görmüyorlar çünkü onlara göre dünyanin en iyi 11 oyuncusu dünyanin en iyi takimini oluşturur (Branko Milanovic’in ‘Learning Globalization From Football’ yazısı gibi), reel’de tabiki böyle bir şey yok. Bu araştırmaların sonuçları her ne kadarda tuhaf gözüksede futbol dünyasında bir nebze olsun uygulandığını kabul etmek lazım.

Raporun tam metni :  http://users.polisci.wisc.edu/schatzberg/ps616/Preston2000.pdf

17 Ağustos 2012 Cuma

‘Bu adam bütün Brezilyayı ağlatan adam’


16 Temmuz 1950. Efsane Maracana stadında 200 000 brezilyalı takımlarını Uruguay’a karşı Dünya Kupası finalinde desteklemeye geldiler. O zamanki kupa sisteminde elemeli değilde sadece grup maçları vardı ve Brezilyaya kendi evinde kupayı kaldırması için beraberlik yetiyordu. Brezilya ilk yarısında gol olmayan maçta 2. yarı başlarında gol buldu. Yaklaşık 20 dakika sonra Uruguay’ın efsane oyuncusu Ghiggia’ın ortasıyla Schiaffino skoru eşitledi. Skor 1-1 olmasına rağmen Brezilyalilar kupaya sahip olacaklarından emindi. Turnuvada oldukça rahat maçlar geçiren brezilyanin siyahi kalecisi Moacir Barbosa Nascimento’ya bu maçtada fazla iş düşmüyordu. Maçin sonlarına doğru Uruguay’ın ilk goldeki pozisyonun aynısı yaşandı, fakat bu sefer Gigghia orta açma yerine kaleye şut çekmeyi tercih etti. Barbosa orta açılacağını tahmin edip kale çizgisinden uzaklaşmıştı ve bu hatasından dolayı Uruguay 2-1 öne geçmişti. 

Ghiggia yıllar sonra o pozisyonu efsane bir sözle anlatmıştı : « Maracana'da 200 000 kişiyi bir hareketle susturabilen 3 kişi vardır : Papa, Frank Sinatra ve ben ».

Moacir Barbosa Nascimento


Brezilya tarihinin en kötü günlerinden birini yaşıyordu, bu maç, bu pozisyon ve bu hata tarihe 'Maracanazo' olarak kazınmıştı. Ülkenin en ünlü yazarlardan biri olan Nelson Rodriguez bu maçı Brezilyanin ‘Hiroshimsı’ olarak tanımladı.
Bu felaketin hem kurbanı olan hemde günah keçisi ilan edilen Barbosa oldu. Brezilyali kaleci ölmeden bir kaç ay önce hayatının en kötü anısını anlatır : “Maçtan 20 sene sonra bir mağzada bir kadın beni göstererek çocuğuna ‘bak, bütün Brezilyalı aglatan bu adam’ dedi, o an tekrar yıkıldım”.

Brezilyada 30’lu yillardan itibaren futbol ırkçılığa karşı verilen mucadelenin sembolü oldu. Fakat Barbosa’ın Ghigga’dan yediği gol ülke mentalitesini 50 yıl geriye götürdü, siyahilere karşı önyargilar tekrar su üstune çıktı ve nerdeyse halk tarafından batıl inança dönüştü.

O kaybedilen kupadan beri, Brezilya altyapılarında hep siyahi kalecilerin önü kesildi. Milli takım seviyesine gelen siyahi kaleciler hep uzak tutuldu. 1950’den beri Dünya Kupasına katılan tek siyahi kalecide Dida oldu. Oynamaya başladığında beri hep Barbosa ile karşılastırıldı. 2002’de tarihin ilk Dünya Kupası kazanan siyahi kalecisi oldu ve Brezilyada yarım asır süren bu olguya bir nebze olsun son verdi.

14 Ağustos 2012 Salı

Sen kimsin Doktor ?



O hayatını fakirlere adamış bir insandi…

Onun oyun tarzını en iyi nitelendiren kelime ‘zarif’ kelimesiydi…

O futbolcuyken tıpta doktora sahibi olmuş dehaydı…

O asistleri ve topuk paslarıyla parlayan bir  yıdızdı …

O 80’li yıllarda Corinthians’a demokrasiyi getiren oyuncuydu. Onun sayesinde kulübün alacağı her kararda başkanından malzemecisine kadar herkesin oy hakkı vardı…

Onun sayesinde antrenman saatleri, yapılacak transferler, oyuncuların ücretleri gibi konularda kulübün her çalışanı oy kullandi, demokratik kararlar alındı…

O getirdiği “Corinthians demokrasisiyle” 1982 ve 1983 yıllarında kulübünü şampyon yaparak dünyada yankı uyandırdı…

Onun sayesinde Corinthians’lı bazı taraftarlar formaların arkasına “Democracia” yazdırdı…

O ilk başta kulübün yönetilme sistemini değiştirdi, sonra ülkesinin sportif konularda alacağı kararlarda söz sahibi oldu. 1985’de Brezilyanın diktatör rejiminin son bulmasında aktif rol oynadı…

O ‘kazanmak veya kaybetmek, ama hep demokrasi ile’ pankartıyla Brezilya Kupası finaline çıktı…

O futbol kültürünün sembolüydü...

O Brezilya tarihinin en iyi milli takımlarından birinde kaptanlık yaptı, o efsane bir 10 numaraydı, o bir şairdi, o bir yazardı, o diktatörlüklerin bile korktuğu bir eylemciydi, o Doktor Socrates’ti…